| ||||||||||||||||||||||
| ||||||||||||||||||||||
Detaylar | ||||||||||||||||||||||
Bu kitap, büyük bir insanın büyük yaşamöyküsü. On dokuzuncu yüzyıl ikinci yaşını sürerken dünyaya geldi, yüzyıl sona yaklaştığında ise yaşamdaki yolunu tamamladı. Hayatı boyunca çağının kavgasının en yoğun yerinde bulundu. Düşünceleriyle, yaptıklarıyla, kitaplarıyla günün çağrısına uyarak hep ileriye yürüdü. Yolun yarısında, dönüp geçen yıllara bakınca: “Karanlıktan aydınlığa çıkaran dirilişlerin en soylusu ve en zor olanı, aristokrat ve monarşi yanlısı olarak doğup demokrat olmaktır.” diye yazıyordu Hugo. Hugo’nun, büyük yaşamı boyunca yaptıkları, birkaç üstün insanın hayatına ancak sığdırılabilir. Çağdaşlarına ve gelecek kuşaklara onlarca cilt harika kitap vermekle kalmadı; insanlık için durup dinlenmeden savaşmanın, karanlığın güçlerine, ilerlemenin düşmanlarına karşı azimle direnmenin bireysel örneğini, bitmez tükenmez yaşama sevgisinin ve ışığın karanlığı yeneceğine inancın da üstün bir modelini gösterdi. Maksim Gorki, Hugo için: “Kürsü ve şair; o, insan ruhunda güzel olan her şeyi canlandırıp hayata geçirerek dünyanın üzerinde kasırga misali gürlüyordu.” der. Bir Sovyet yazarı tarafından yazılan Hugo’nun bu ilk etraflı biyografisini heyecanla okuyacağınıza inanıyoruz. KİTAPTAN BİR ALINTI: (…) 1802 yılının bir kış gecesi, üç yaşındaki Aleksandr Puşkin, dadısının anlattığı masalı dinliyor; Avrupa’nın öteki ucundaki yaşıtı Honore de Balzac ise meçhul bir köylü kadın olan sütanasının kulübesinin eşiğinde oynuyordu. On dokuzuncu yüzyılın canlı tarihini yazacak insanlar dünyanın her köşesinde doğup büyüyorlardı: Geleceğin Dekabristleri ve Karbonaristleri, kurtuluş savaşlarının kahramanları ve barikat savaşçıları, işçi sınıfının ilk ayaklanmalarına katılanlar ve liderleri, toprağın ve insan ruhunun derinliklerini araştıranlar, tezgâhları ve makineleri icat edenler, evrenin sırlarını ve yeni uyumları keşfedenler. Ünlüler ve adları unutulanlar... Yüzyılı iki geçiyordu… *** Belediye kayıtlarının bildirdiği şekliyle, Cumhuriyetin 10. yılında Ventose ayının yedisinde, ya da günümüz takvimiyle 26 Şubat 1802 tarihinde, Fransa’nın Besançon kentindeki gösterişsiz bir evde dünyaya gelen çocuğun çığlıkları işitildi. Anneyle baba, Victorine’i bekliyordu ama, tabur komutanı Leopold Sigisbert Hugo’nun ailesinin üçüncü oğlu Victor gelmişti dünyaya. Çocuğa, Hugo ailesinin dostu General Victor Lahorie’nin onuruna Victor adı verildi. İkinci adı Marie’yi vaftiz annesi olarak çağırılan annesinin arkadaşının adından aldı. Bununla birlikte çocuk vaftiz edilmedi. Annesiyle babası kilise törenlerine uymaya pek de özen göstermiyorlardı. Leopold Sigisbert Hugo, Katolik dinine karşı ilgisizdi. Nancy’den bir marangozun oğlu, cumhuriyet ordusunun askeri olan Hugo, devrim günlerinde güvenilir bir sans-culotte[1] olarak ünlenmiş, hatta vaftiz sırasında verilen adını bile değiştirerek kulağa hoş gelen ve ihtilal ruhunu yansıtan Brutus adını almıştı. Gerçi şimdi gene Leopold Sigisbert olmuştu. Konvansiyon[2] günleri çok geride kalmıştı çünkü. Victor’un annesi Sophie, Trebuchet ailesindendi. Küçük yaşta yetim kalınca dedesinin evinde özgür bir eğitim aldı. Gençliğindeki ilk dostları kitaplar olmuştu, özellikle de Voltaire’in eserleri. Papazları ise hiçbir zaman sevmedi. Şimdi, bu minicik şeye bakarken bir kilise töreni düşünebilir miydi! O, bebeğin hayatta kalmasını istiyor. Zayıf, çöp gibi. El kadarcık bebek zor duyulabilir sesiyle cıyak cıyak bağırıyordu. Ebe yeni doğan çocuğu kundaklarken başını sallıyor: “Bu çocuk yolcu…” Sophie ağlamaya hazır; ama kendini tutuyor. İşte, annesinin yanı başında yatıyor, büyük bir koltukta minnacık bir paket. Yanına öyle daha bir düzinesi yatırılabilir... Kime benziyor? Anlamak zor. Alnının yüksek olduğu görülüyor yalnızca. Odanın kapısı dikkatlice aralanıyor. Leopold Sigisbert giriyor, arkasından da iki yaramaz. Dört yaşındaki Abel’le, iki yaşındaki gürbüz Eugène yeni doğan minik kardeşlerine bakmak için sabırsızlanıyorlar. Baba, doğan çocuğa bakmak için eğiliyor. Yeni kundaklanan bu yaratığın yanında o, çok büyük ve güçlü görünüyor. Sağlık timsali gibi. Omuzları geniş, yanakları al al, dolgun dudakları gülümsüyor. Uzaktan bir yerden savaş borusunun sesi geliyor. Leopold Sigisbert doğruluyor… “Dinlen, hayatım!” diyor karısına. Kadın nasıl da zayıf, ufak tefek! Solgun yüzünde eskiden geçirdiği çiçek hastalığının izleri açık seçik görülüyor. Güzel değil, hiçbir zaman da güzel olmadı; ama onda her çeşit güzellikten daha iyi bir şeyler var: Siyah gözlerinin bakışında, ince, bütünüyle çocuksu ellerinin hafif hareketlerinde... Hepsi gitti. Etraf iyice sessizleşti. Anne gözünü yeni doğan çocuktan ayırmıyor. Acaba yaşayacak mı? Yola dayanacak kadar güçlenecek mi? Öyle ya, yakında yine başka bir yere gidecekler. Boyuna yer değiştiriyorlar. Asker ailesinin yazgısı böyle. Bu durum uzun sürecek mi acaba? Barış ne zaman gelecek? Ah, Bonaparte’tan, şöhret peşindeki bu despottan nasıl nefret ediyor! Kocası ona hizmet ediyor. Eskiden Konvansiyon için, Jakoben cumhuriyeti için kan akıtıyordu, şimdi de birinci konsül için kan dökmeye hazır. Askerî onur, bayrağa bağlılık, asker yemini… Düşünmeye yer kalmıyor. Hep seferde. Baştan ayağa yara iziyle dolu. İki kez, altındaki at öldürülmüştü. Bonaparte ise Ren ordusundan Hugo diye birisinin yararlıklarını bilmek bile istemiyor. Ne rütbesi yükseltilmiş ne de nişan verilmişti. Hatta Leopold Sigisbert son zamanlarda daha az gülümser olmuştu. Küskün. Kandırılmış. Sophie, adaleti sağlamak için Paris’e bizzat kendinin gitmesi gerektiğini düşünüyor. Dostlar ona yardımcı olabilir. Ama bütün bunlar sonra, şimdi en önemli şey Victor. Anne yeni doğan çocuğa bakıyor: Yaşıyor, soluk alıyor, uyuyor. Dünyada savaşların, üzüntülerin, korkuların, yalan dolanın, adaletsizliğin olduğunu henüz bilmiyor. Doğruluğun, cesaretin, güzelliğin ve sevginin olduğunu da bilmiyor daha. Hayır, o ölmeyecek. Sophie ellerini yemin edercesine sıkıyor. O büyüyünce kocaman ve akıllı, güçlü ve iyi olacak. *** Altı hafta sonra çocuk öyle güçlendi ki, Besançon’dan, babasının taburunun gönderildiği Marsilya yolculuğuna dayanacak hâle geldi. Birkaç ay sonra ise anne, küçücük çocuğundan bir süreliğine ayrılmak zorunda kaldı. Kocasının yeni atamasıyla ilgilenmek üzere Paris’e gitti. Kendisi görev yerinden ayrılamazdı. Sophie, Napoléon’un kardeşi Joseph Bonaparte’ın yardımına güveniyordu. O, Hugo ailesini gözetirdi. Leopold Sigisbert umutlanıyor, bekliyordu. Çocuklara sabırla bakıyor, taburunu eğitiyor, karısına uzun sevecen mektuplar yazıyordu. Sonra sinirlenmeye başladı. Karısının eve dönme zamanı gelmişti; ama aylar geçiyor, gelmiyordu. Bayan Hugo, bütün enerjisine, dostların yardımlarına rağmen hiçbir şey elde edemedi. Başarısızlığın nedeni, Bonaparte’ın, Leopold Sigisbert’in komutanı ve koruyucusu olan Ren Ordusu Kumandanı Moreau’dan hoşlanmamasıydı. Sophie, kocasının yanına dönmek için Marsilya’ya değil; kocasının taburunun taşındığı Elbe Adası’na gitti. Aile oradan oraya dolaştı durdu. Korsika, Porto Ferrajo, Bastia. Göçebe hayatı çocuklar için, özellikle de Victor’un sağlığı için zararlıydı. Sophie Hugo da zaten kocasıyla uzun süreliğine ayrı yaşamaya karar vermişti. Oğullarını, Clichy Caddesi’nde gösterişsiz bir ev tuttuğu Paris’e götürdü. Victor’un ilk anıları bu zamana rastlar. Avlu otlarla kaplı. Kuyu... Uzun bir söğüt ağacı… Victor burada, güneşte oynuyor. Kardeşleri okuyorlar, dört yaşındaki Victor da okula gidiyor. Yıllar geçiyor. Baba İtalya’da çarpışıyor. Ondan gelen mektuplar giderek seyrekleşiyor. Ailenin adresine postayla yollanan para havaleleri de gittikçe azalıyor. Oysa Leopold Sigisbert terfi ediyor, görevde yükseliyor. Yeni Napoli Kralı Joseph Bonaparte, sadık askerinin, cesur savaşçısının hakkını teslim ediyor. Fransızların İtalya’daki hâkimiyeti sağlamlaşıyor gibi. Bayan Hugo’nun, yarı yıkılmış aile ocağını yeniden kurmayı denemesinin zamanı gelmedi mi acaba? ÇOCUKLUĞUN YOLLARI (1806-1813) Fransa, dağlık Mont-Cenis Boğazı’nın arkasında kaldı. O kadar çok şairin terennüm ettiği İtalya göğü, Hugo ailesini nedense oldukça somurtkan karşıladı. Bir parçacık gök maviliği yok. Yağmur, posta arabasının penceresini dövüyor. Bayan Hugo büzüşüp duruyor. Aralıksız sarsılmalardan da tekerleklerin rahatsız eden gıcırtısından da endişeli düşüncelerden de yorgun düşmüş. Bu yabancı ülkede onu ve çocuklarını ne bekliyor? Yeniden göçebe hayatı, hiç bitmeyen korkular ve belirsizlik mi? Kocası onu acaba nasıl karşılayacak? Kim bilir, belki o da bu İtalya göğünün karşıladığı gibi karşılayacak? Tam üç yıldır görüşmemişlerdi. Bu kadar uzun sürede yabancılaşmaya başlamakta, unutmakta, sevmez olmakta o kadar şaşılacak bir yan yoktur. Üstelik onları ayıran yalnızca yıllar değil. Yabancılaşma daha önceleri başlamıştı. Sophie bunu biliyor. Onların karakterleri de görüşleri de çok farklı. Kocası yabancı ülkelerde Bonaparte’ın komutası altında çarpışıyor; ama hâlâ devrime hizmet ettiğini sanıyor. Ya kendisi? O, bu savaşlarda yalnızca acımasız, haksız katliamı görüyor. Fethetme hırsını görüyor. Fransa’nın onuru bunda mı acaba? [1] Büyük Fransız Devrimi’nde aşırı devrimci kişi. Çev. [2] Fransız devrimi sonrası 1792-1795 tarihleri arasına denk gelen birinci cumhuriyet döneminin meclisi. | ||||||||||||||||||||||