| ||||||||||||||||||||||
| ||||||||||||||||||||||
Detaylar | ||||||||||||||||||||||
GİRİŞ “O senin kardeşindi!” Yesügey Bahadır, dizlerinin üzerine çökmüş, oğlu Bekter’in cansız bedenine bakarken dişlerinin arasından tıslar gibi konuşmuştu. Kardeşinin boğazını güçlü parmaklarıyla sıkarak öldüren Temuçin ise babasına donuk gözlerle bakıyordu: “Avladığım hayvanı elimden almaya çalıştı…” Yesügey Bahadır, sanki kardeşini az önce öldürmemiş, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranan Temuçin’e “Defol buradan!” dedi. Temuçin ise babasına ve kardeşinin cesedine umursamaz bir tavırla baktıktan sonra arkasını dönüp ağır adımlarla yürümeye başladı. Kocasının hemen arkasında ayakta dikilen ve gözyaşları çaresizliğine derman olacakmış gibi durmadan ağlayan Ulun Hatun, elleriyle yüzünü kapatmış, hıçkırıyordu. Annesinin inlemelere benzeyen sesi kulaklarını tırmalıyordu Temuçin’in. Önündeki kurumuş, cılız ot yığınına tekme atarken söylendi: “Ölüyü yakın gitsin, hayatta nasıl kalınacağını anlatın bana.” 1167, Moğolistan… Börçigin ailesine bir üye daha katılıyordu. Moğol kağanı Yesügey Bahadır ve karısı Ulun Hatun, az önce dünyaya gelmiş olan bebeğe hayretle bakıyordu. Bebek, bir iki kesik inlemenin dışında ses çıkarmıyor, ağlamıyordu. Bebeğin eli yumruk halindeydi. Yesügey bebeğin parmaklarını açtığında bir an geri çekildi. Minicik avucun içinde kan pıhtıları vardı. Başını salladı, “Büyük bir savaşçı geldi ailemize” diye mırıldandı Yesügey. Oğluna, Temuçin adını layık gördü. Yesügey Bahadır, “Demirci” anlamına gelen bu ismi, oğlunun ileride iyi bir savaşçı olacağı öngörüsüyle düşünmüştü. Ancak oğlunun, yemek meselesi nedeniyle kardeşini öldüreceğini ve yıllar sonra dünyayı kasıp kavuran bir kasırganın öncüsü olacağını asla tahmin edemezdi… | ||||||||||||||||||||||