| ||||||||||||||||||||||
| ||||||||||||||||||||||
Detaylar | ||||||||||||||||||||||
KİTAPTAN BİR ALINTI "... Daha ne kadar bekleyecekti bu zindandan çıkabilmesi için, belki de ömrünün sonuna kadar tutacaklardı onu burada? Tutuklandığında kırk dört yaşındaydı, şimdi ise elli bir yaşında; sağlığını tamamen kaybetmiş bir insandı. Gözleri artık görmüyordu, bir zamanlar kadınlardan büyük takdir gören o hayat ve neşe dolu Nolalıdan şimdi eser bile kalmamıştı. Seçimini yapmıştı, feragat edecekti. Ne var ki bu kararı hayatını hiç kolaylaştırmamıştı. Haftalar birbirini kovalıyor, şüphe kurtları ise kalbini giderek daha çok kemiriyordu. Neyin uğruna teslim oldu ki? Hayatını kurtarmak için mi? Halbuki ölüm korkusunun ölümün kendisinden daha kötü olduğunu, Tutkulu Kahramanın hiçbir cismani eziyetler ve de mahvolma korkusu karşısında taviz vermeyeceğini defalarca vurgulamıştı. Ne için yaşadığının farkında olan birisi, ölümden asla korkmaz. Gerçeğe olan bu kudretli aşkının, kemiklerini küle çevireceğini çoktan biliyordu, ama yine de bu aşkın onu ölümün pençesinden koparacağını, ona kanatlarını geri vereceğine inanıyordu. Bir yüzyıla ait cesur bir ölümüm, nice yüzyıllar boyunca ölümsüzlük getireceğini söyleyen kendisi değil miydi? Kalpten bağlı olduğu düşüncelerinin, şimdi zararlı ve öldürücü bir yalan olduğunu mu kabul edecekti? Halbuki ona bu kadar acı veren, ama aynı zamanda da en yüce mutluluğu da tattıran gerçeğe duyduğu bu cesur aşkı için önceleri ne cefalar çekmişti! İnsanları aşağılık hareketlere sevk eden bazı tutkuları yazarken, duygusallığın iğrençliğiyle alay ederken, aşk şiirlerine acımasızca hicivler yazarken, güzel bacaklar ve göze hoş gelen suratlar için iç çekerek hayatlarını boşa harcayan aptallara acırken, nefret dolu kelimelerinin hiçbirini esirgememişti. Bayağı ve ucuz hırsların karşısına ilahi bir tutkunlukla çıkmıştı. Hayır, sevgisini aklıyla sınırlandırmamıştı, bundan bahsederken diğer şairlerde eleştirdiği abartmalardan ve çiğnenmiş methiyelerden kaçınmamıştı; kadınlara sarf edilen eski hayranlıkları ve hayalleri kendi ideallerine ithaf ederek kendince yorumlamıştı. Kahramanlık hakkında yazıyordu, gerçeğe olan bağlılıklarının hayatlarına mal olacağını bildikleri halde, yine de tehlikeye meydan okuyarak ileriye doğru can atan gözü dönmüşlerden bahsediyordu. Meşe gibi güçlü olacağına, hiçbir fırtınanın etkisiyle eğilmeyeceğine yemin ediyordu. Gençliğinden beri bu kadar dürüstçe hizmet ettiği ideali, şimdi sadece gelişigüzel sözler, şair abartıları mıydı? Nolalı Bruno, bu son sınavdan geçememiş miydi? Uğruna methiyeler okuduğu o kahramanlık coşkusu, aslında aşağılık bir sağduyudan başka bir şey değil miydi? Kendi döneminden, mürtedler dönemi diye bahsediyordu. Ama ballı hayat uğruna her türlü kutsalından vazgeçmeye hazır olan zavallı körlerden daha kötü bir mürted değil miydi kendisi? Karşısına gerçeği görmek gibi ender bir imkân çıkmış, o ise bundan vazgeçmeyi tercih etmişti! Halbuki ne bir suikast tasarımcısı, ne de bir sapkın tarikatçıydı. Şimdi ondan ne suç ortaklarının isimlerini isteyen vardı, ne de dava arkadaşlarını satmasını talep eden. Ondan isteneni yapsa bile kimsenin zindana atılacağı yoktu. Kimseye ihanet etmeyecekti sonuçta. Peki fikirlerine ihanet edecek miydi? Yıllarca öğrettiği ve ateşli bir şekilde savunduğu fikirlerine? Belki de bu feragat edişinin sonuçlarını fazla abartmasa mıydı acaba? Nolalının, kendi düşüncelerini sapkın düşünceler olarak beyan etmesini ilan etmekle ne geçecekti ellerine acaba? Güneş Yerin etrafında mı dönmeye başlayacaktı? Evren artık sonsuz olmayacak mıydı? Yoksa çoklu sayıda dünyalar mı kaybolup gidecekti?! Varsın kitaplarını ateşe atsınlar, düşmanların zaferi fazla uzun sürmeyecekti. Çünkü fikirlerin ateşte yanma gibi bir özelliği yok. Nola felsefesini de kimse yok edemezdi. Hayal ürünü göksel alanlar da artık varlığını sürdüremeyecekti. Aklın gözü önünde sınırsız enginlikler açılmıştı. Nolalı Bruno şimdi ne yaparsa yapsın, öğretisini geliştirecek insanlar er ya da geç, mutlaka ortaya çıkacaktı. Kınamaların da yasakların da hiçbir gücü yok. İnsan düşüncesini durduramazlar! Bu feragatine hak kazandıran birçok insan elbette olacaktır. Ama bilinsin ki hiçbir dünya malı uğruna itaat edip boyun eğmedi. Öyle fazla bir seçeneği de yoktu; ya feragat etmeli ya da ateşte yakılmalıydı. Kim, ne hakla onun cesaretinden şüphe duyabilirdi ki? Hünerleriyle övünen, ama belediye başkanını gördüklerinde mübaşir kılığına girip önünde saygıyla şapka çıkaranlar mı? Yoksa yasaklı kitapları gizlice okurken kilise ayinlerini hiç aksatmayan özgür düşünceli soylular mı? Ya da koltuklarına rahatça yaslanıp, şaraplarını yudumlayarak hevesle stoacılıktan bahseden becerikli filozoflar mı? Hayatını kurtaracak tek yolu tercih ettiğinden dolayı ona yönelecek korkaklık suçlamalarını elinin tersiyle itmek için yeterince bedel ödemişti zaten. Bir ya da iki yıl değil, tam tamına yedi yıllık bir mücadele vermişti. İnatla sözlerinin arkasında durmuştu, gücü tamamen tükendiğinde hastalıklarının üstesinden gelmiş, iradesini gererek acısını bastırmış, çaresizliğini bertaraf etmişti. Öyle işkencelere katlanmıştı ki, bunların sadece hikayesi bile başkalarını korkudan titretir, her şeyi kabul etmeye zorlardı. Yedi yıl boyunca mahkum koğuşlarının ufunetli keskin kokusunu solumuş, havasızlığın ve soğuğun eziyetini çekmişti. Rutubet bütün kemiklerini acımasızca kemirmiş; derisi, sanki içini küf sarmış gibi yeşile bürünmüştü. Zindanın taş döşemelerinde kilometrelerce volta atmış, zincirleri, işkence odalarını iyice öğrenmiş, kelepçelere alışmıştı; kendisinden nefret ederek cezaevi yemeklerine sevinmiş, Paskalya veya Noel bayramlarında lütfedilen kaliteli ekmeklerin lezzetine doyamamıştı. Dışardaki insanlar ise yedi yıl boyunca, değerini hiç düşünmeden özgürlüğün tadını çıkarmışlardı; çiçek açan topraklarda yürümüş, günbatımında denizi seyretmişlerdi. Esen rüzgâra, cömert güneşin ışığına, bereketli yağmurun damlalarına kucak açmışlardı. Başları üzerindeki gökyüzünün, sadece hapishane korkuluğundan görünen parçalarını değil, tamamını bütün ihtişamıyla izlemişlerdi. Bu hain ve nabza göre şerbetçilerle dolu dünyada, ona ilk taşı atan kim olacaktı acaba? Yaşadıklarının sadece yüzde birisini bir başkası yaşamış olsaydı, her türlü geri adıma anında hazır olurdu. Bruno kimseye ihanet etmiyordu sonuçta. Peki kendisine ihanet etmesi, ihanet değil miydi? Kendi yarattığın ve uğruna yaşadığın bir şeyden vazgeçmek, ideallerinden feragat etmek anlamına gelmez mi? Hayatın boyu can attığın bir davayı satmak, ihanet değil miydi? Şimdi geçmişi herhangi bir uzlaşmadan uzak, bir kahramanlık destanı gibi görerek kendini kandırmanın bir anlamı yoktu. Özgürlüğünü geri kazanmak için Cenevre’de kendini ne kadar aşağıladığını zaten acı çekerek hatırlıyordu. Almanya’yı da iyi hatırlıyordu, Almanların onun bir Lüteryen olduğunu düşündüklerinde temkinli davranıp itiraz etmediği; Helmstedt papazı, inancını alenen sorgulayıp şüphelenirken öfkelenmiş numarası yaptığı Almanya’yı. Hele Venedik Mahkemesi önünde yaptığı tövbekâr konuşmaları? Bağırmak gerektiğinde defalarca lafı kıvırmış ve susmuştu, en erdemli hareketin susmak olduğu anlarda belagatin şehvetine kapılıp konuşmuştu, değersiz insanlara övgüler yağdırmış ve gururunu hiç de her zaman her şeyin üzerinde tutmamıştı. Doğasına her ne kadar ters düşse de, birçok kez işte bu şekilde tavizler vermişti. Ama her şeyden çok değer verdiği bir şeyden vazgeçmesini daha kimse istememişti ondan. İnsan birçok şeyden taviz verebilir, ama ince çizgiyi ayırt etmediğinde bu iş abartıya kaçar ve işte o zaman hayat, o kişinin gözünde her türlü anlamını kaybeder. İnanca karşı işlediği günahlardan tövbe ettiği için bir şekilde kendine hak verebilirdi, ama kendi kurduğu Nola felsefesinin temelini teşkil eden fikirlerden vazgeçmek mi, asla! Gücünü aşan bir şeydi bu. Dünyanın Güneş etrafındaki hareketi, evrenin sonsuzluğu, çoklu dünyaların varlığı, bütün bu öğretiler gerçekti ve son nefesine kadar bunu ısrarla söylemeye devam edecekti. Giordano, kendisine kırtasiye gereçleri, çakı, gözlük ve pergel verilmesini talep etti. İtaatkârlık göstererek feragat etmeyi kabul etmişti. Ama dava sürecinde bu yeni ve uzun gecikmenin nedeni ne olabilirdi acaba? Engizisyonun tekrar Celestino ile ilgilenmesinden kaynaklanabilir miydi? Bay Celestino’nun koğuş arkadaşını ihbar etmesi, etkin pişmanlık eylemi olarak değerlendirilmişti. Engizisyon, bunu af kapsamına alarak Celestino’yu 1593 yılının sonbaharında bir manastıra gönderdi. Tamamen serbest bırakılması, bundan sonra nasıl davranış göstereceğine bağlıydı. Kendini sakin bir yere verip, manastır amirlerinin bütün talimatlarını itaatle yerine getiriyor, asla tepki çekmemeye çalışıyordu. Fakat 1599 yılının Mayıs ayından itibaren garip olaylar yaşanmaya başladı. Celestino Roma’ya canhıraş mektup yazarak, derhal Kutsal Makamın huzuruna çıkarılmasını talep etti; söyleyecek çok sözü vardı! Dinlenmesine karar verildi. Celestino ise bir türlü sakinleşmiyordu. Venedik Engizitörüne öyle ateşli bir mektup gönderdi ki, Engizisyon bunun suretini hemen Roma’ya iletti. Mektup anonim olsa da, içeriği her şeyi belli ediyordu, yazan kesinlikle Celestino idi. Çok ciddi şeylerden bahsediyordu. VIII. Klement hemen bilirkişi incelemesi yapılmasını, anonim mektubun Celestino’nun dosyadaki el yazılarıyla karşılaştırılmasını, gerekirse Fransiskenler tarikatının arşivlerinde aramalar yapılmasını emretti. Kaligrafi uzmanları geldikleri sonucu açıklamak istediklerinde, buna artık gerek kalmamıştı. Celestino oturup tutuklanmasını beklemedi. Roma’ya gelip Kutsal Makamın huzuruna çıktı ve iki gün boyunca ifade verdi. Tutanaklar Papanın huzurunda açıklanmaya başladığında, Klement, toplantıda hazır bulunan ve susmayı zaten çok iyi bilen yüksek rütbeli Engizisyon üyelerini, yaşananların kesinlikle gizli kalması yönünde uyardı. Papa, Celestino’nun yaptığı açıklamalardan dolayı bayağı endişeli görünüyordu. İkide birde dava sürecine müdahale ediyordu. Bu sapkının hapishanede daha fazla kalmasına müsaade etmeyecekti! Gel gör ki tek kişilik hücrelerde de duvarların kulağı vardı. Klement, “pişman olmayan ve inat eden” Celestino ile ilgili derhal hüküm verilmesini ve ateşte yakılmak üzere bu menfur insanın dünyevi yönetime teslim edilmesini emretti. Davanın sona erdirilmesi için gereken evraklar büyük bir ivedilikle hazırlanmıştı. Hüküm iki gün içinde yazılarak kardinaller tarafından görüşüldü ve düzeltmeler yapıldı. Sonuç önceden belliydi zaten. Formalite icabı düzenlenen içi boş bir savunmayla da fazla zaman kaybedilmedi. Hüküm karara bağlandı. Celestino dirayetli bir duruş sergiledi. Son anda pişman olup sözlerini geri alabilir miydi? İdama mahkûm edilenlerin koğuşuna Kapusenlerden, Dominikanlardan, Cizvitlerden her türlü keşişler geliyorlardı. Celestino’nun yanına girmeden önce duydukları her şeyi en katı şekilde gizli tutacaklarına yemin etmeleri gerekiyordu. Ama nasihatleri havada kalıyordu, Celestino hiç de ateşten korkmuyordu. Sıkı güvenlik önlemleri alınmıştı. Hüküm okunduktan sonra mahkûmları genellikle Roma Valisine mahsus Tor di Nona hapishanesine gönderirlerdi. Celestino için böyle yapmadılar. İnfaz anına kadar onu Engizisyon hapishanesinde tutacakları belliydi. Hükmün okunması, ta eskiden olduğu gibi, halka açık bir şekilde gerçekleştirilirdi. Celestino’nun hükmü ise cezaevinde okundu. İnfazını da halka ibret için kullanmayı düşünmediler. Şafak sökmeden çok önce, zifiri karanlık bir gecede, ateşte yakıldı. Celestino’nun facialı hikayesi gizem doluydu. Bunun Giordano Bruno davasıyla doğrudan ilişkili olmadığını düşünmemek elde değildi. Yoksa vicdan azabı çektiğinden Bruno aleyhinde verdiği ifadelerinden feragat mi etmişti? Koğuş arkadaşını ihbar vakasında Kutsal Makamın utanç verici rolünü de belki böylece ortaya çıkarmıştı? Celestino hükmünün karara bağlandığı Kutsal Makam meclisinin 24 Ağustos 1599 tarihli toplantısında, beş aylık aradan sonra kardinaller yeniden Bruno davasının görüşülmesine başladılar. Bellarmino, sanığın daha baharda sunduğu dilekçesinde, çekincelerle birlikte bütün yanılgılarını açıkça kabul ettiğini bildirdi. Bruno’ya gözlük ve yazı araç gereçleri verilmesine dair isteğinin kabul edilmesine, çakı ve pergel talebinin ise reddedilmesine karar verildi. Davanın en kısa bir sürede sonlandırılması kararlaştırıldı. İki hafta boyunca yargı sonuçlarını tartıştıktan sonra, kardinaller, koğuş arkadaşlarının ifadelerinin suçlama için yeterli nitelikte olmayacağı yönünde sonuca vardılar. Ama bazı suçlama maddeleri hem sansürcülerin raporlarıyla, hem de Bruno’nun kendisinin itiraflarıyla doğrulanmış bulunuyordu. Sanığın sırf bu ithamlara cevap vermesi ve görüşlerinden feragat etmesi gerekecekti. Fakat dava sürecinde engizitörlerin hiç beklemediği bir olay yaşandı. Bruno papa adına bir dilekçe sundu. Dilekçe Kutsal Makam meclisinin toplantısında okunduğunda, daha kısa süre önce kiliseye tam bir biat getirdiğini ve sapkın fikirlerinden feragat etmeyi kabul ettiğini söyleyen sanığın, görüşlerine aynen bağlı kaldığı anlaşıldı. Sansürcülerin fikirlerine itiraz ederek kendisinin haklı olduğunda ısrar ediyordu. Engzitörler buna çok öfkelenmişti. Oysa fikirlerinden vazgeçmesi onlar için zafer anlamına geliyordu. Bunca yıllar hapiste kalmış bir tutsak, isyan edecek kadar güçlü çıkmıştı! Yanıldığını söyleyerek fikirlerinden vazgeçeceği yerde isyan etmek de neydi? Anlaşılmayacak bir şey yoktu halbuki. Bruno, dogmalardan ve kilise öğretilerinden saptığı için tövbe edebilirdi, ama gerçekliğinden zerre kadar şüphe etmediği bilimsel görüşleri yanılgı olarak nitelendirmeyi asla kabul edemezdi. Görüşlerine bağlı kalmak dışında bir seçeneğinin olmadığını anlamıştı artık Bruno. Bu durumu, en çok korktuğu ve nihayet gerçekleşen bir olay da değiştirmedi; Vercelli şehir engizitörünün aldığı bir ihbarla ilgili Roma yönetimine gönderdiği bildirimde: “Giordano Bruno, İngiltere’de ateist olarak ün kazanmıştır ve kendisi, “Muzaffer Canavarın Sürgünü” kitabının yazarıdır” haberi veriliyordu. Vercelli? Vialardi o sürede artık serbest bırakılmıştı. Vercelli de sanki onun memleketiydi, değil mi? “Pişman olmayan ve inat eden” Bruno’ya, son defa düşünmesi ve kaderini belirleyecek kararı vermesi için kırk günlük bir süre verildi. Sunmuş olduğu isyankâr dilekçesi ile doğası gereği çok tehlikeli bir hain, ikna edilmesi imkânsız, iflah edilmez bir mürted olduğu apaçık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Yine de iyi düşünmek, sözlerini geri almak, kiliseden huşuyla af dilemek için hâlâ zamanı vardı. Ama kibrine yenik düşüp şimdi de suçlarını itiraf etmezse, bütün şeytani düşüncelerinden feragat etmezse, merhamet için hiçbir şansı kalmıyordu artık. Kırk günlük süre bittikten sonra dava sonuçlanacak, hüküm verilecekti. Kırk gün! Kırk gün ve gece, hapishanede geçireceği kırk ağır, acı dolu uzun gün, kırk kısa, son ve en değerli günleri olacaktı bu! Nasıl bir akıbetin onu beklediğini iyi biliyordu. Ama artık vermişti kararını, son ve geri dönülmez kararını. Çok şüpheleri olmuştu bu hayatta, hâkimler önünde çok taklalar atmış, kendini çok kandırmıştı. Kendisine yakışmayacak birçok yollarla gitmeyi denemişti. Ama bunların hepsi geride kalmıştı. Şimdi tek ve doğru kararını vermişti artık. İnsan kendi kendine sadık olmalıdır. Daidalus’un oğlu, bir düşüşle rezil olmayacaktı! Daha İngiltere’de iken yazdığı sözler nihayet gerçekleşecekti: “Kahraman ruhlu insanların gözünde her şey bir iyilik barındırabilir, onlar esareti daha çok özgürlüğün meyvesi gibi kullanmayı, yenilgiyi bazen yüce bir zafere dönüştürmeyi iyi bilirler!” Son defa düşünmesi için Bruno’ya verilen süre artık çoktan bitmiş, Kutsal Makamsa, mahkûmun açıkça inat etmesine rağmen hüküm çıkarmaya acele etmiyordu. Nolalı Bruno’nun itaate zorlanması kilise için de çok önemliydi. Noel öncesinde biat getirip feragat etmesi için onu yine ikna etmeye başladılar. Giordano ise feragat etmeyi istemediğini ve buna mecbur olmadığını da gururla söylemeye devam ediyordu, feragat edilecek bir şeyinin olmadığını, zaten de neden feragat etmesi gerektiğini de bilmediğini belirtiyordu. Kardinaller, Dominikanların generali Beccaria ve bölge papazı Isarezi gibi iki saygın ilahiyatçıyı, yanlışlarını kendisine bir kez daha göstermek ve tövbe etmeye ikna etmek için Bruno’yu hapishanede ziyaret etmekle görevlendirdiler. Nolalı bilge, bütün nasihatlere kulaklarını tıkamıştı. “Hiçbir zaman herhangi sapkın düşünceler ne yazdım ne de ifade ettim!”, diye cevap verdi. Bunu yapanlar, suçlamaları kanıtlamak için onun sözlerini çarpıtarak bilinçli şekilde yanlış yorumlayan Kutsal Makam yetkilileridir. Oysa kendisi yazdığı ve söylediği her şeyin sorumluluğunu üstlenmeye, öğretisini ilahiyatçıların her türlü saldırılarından korumaya hazırdır. Onların düşüncelerine asla boyun eğmeyecektir. Eğer herhangi yanlış düşünceleri varsa, o zaman Kutsal Makam bir zahmet bunu özel bir kararnamesiyle kanıtlasın! Dominikan ilahiyatçıları, ifadelerinde ve kitaplarında her türlü sapkın ifadeler bulunduğu yönünde Bruno’yu boş yere ikna etmeye çalışıyorlardı. Hayatını kurtarmak için tek fırsatı vardı, pişman olduğunu söyleyecek, af için yalvaracak, görüşlerinden imtina edecekti. Giordano ise geri adım atmıyordu. İmtina edecek hiç bir şeyi yoktu! 20 Ocak 1600 tarihinde Beccaria, Nolalı Bruno ile yaptığı konuşmaların sonuçlarını engizisyon kardinallerine aktarırken, görevini başarıyla tamamlayamadığını söylemek zorunda kaldı. Aynı toplantıda da dava dosyaları gözden geçirildi ve danışmanların görüşü alındı. VIII. Klement, Giordano Bruno davasının sona erdirilmesini, kendisinin resmen bir din düşmanı, pişman olmayan ve inat eden bir sapkın olarak yargılanarak dünyevi yönetimin takdirine verilmesini emretti. Bu, onun ateşte yakılarak idam edileceği anlamına geliyordu. Hüküm 8 Şubat 1600 tarihinde okundu. Neredeyse sekiz yıl zindanda kalan Bruno, bunun yedi yılını Kutsal Makam hapishanesinde geçirmişti. Şimdi ise, ilk ve son kez bu hapishanenin kapılarından dışarıya çıkıyordu. Yüksek rütbeli kilise mensuplarının, engizitörlerin, hukuk uzmanlarının, Kutsal Makama yakınlığı ile bilinen birçok insanın tantanalı törene katılmak için toplaştığı Kardinal Madruzzi’nin sarayına getirdiler Bruno’yu. Salon ağzına kadar doluydu. Bruno’yu dizleri üzerine çökmeye zorladılar. Noter Flaminio Adriani, yüksek bir sesle hükmü okumaya başladı. “Giordano Bruno’nun, fikirlerinin sapkınlık olduğunu kabul etmeyi reddetmiş, iflah olunmaz ve inatçı bir din düşmanı olarak, rütbesinden men edilmesine, kiliseden aforoz edilmesine, hak ettiği cezayı alması için dünyevi mahkeme heyetine teslim edilmesine hükmedilmiştir.” “Yazdığı bütün eserler Aziz Petrus Meydanında halka açık bir şekilde yakılarak yasaklı kitaplar listesine alınacaktır.” Bunca yıldır kendisine yöneltilen tehditler gerçekleşmek üzereydi, riyakarca dünyevi otorite iradesinin arkasına saklanan kilise, ona ateşten gömlek hazırlamıştı. Giordano ayağa kalktı. Kararlı ve heybetli bir duruşla, yargıçların yüzüne yüzüne: “Bana okuduğunuz bu hüküm, benden çok sizleri korkutmaktadır!”, diye haykırdı. Son sekiz gününü Tor di Nona hapishanesinde geçirdi. Din adamları sürekli koğuşa onu ziyarete geliyorlardı; kibrini bastırıp yanlışlarından vazgeçmeye çağırıyorlardı! İdam tarihi 1600 yılının 17 Şubat günü olarak belirlendi. Şafak sökmeden önce Giordano’ya utanç verici mürted paçavralarını giydirdiler. Azılı din düşmanı, zehir zemberek konuşmalarıyla halkı daha fazla yoldan çıkarmasın diye, dilini özel bir kıskaçla sıktılar. Etrafı keşiş ve askerlerle kuşatılmıştı. Mahkûmu henüz idam yerine getirmemişlerdi, ama şapelde artık taziye ayinleri başlamıştı. Ayin alayı Campo di Fiori yönünde ilerliyordu. Normalde buralarda hep işsizler toplaşırdı. “Çiçek Tarlası” gibi zarif bir isimle böyle bir yerin ne gibi alakası olabilirdi ki? Londra’da “Küllerin Şöleni” eserini revize ederken, Giordano işsizlerin toplaştığı Campo di Fiori adını kesip çıkarmıştı. Hava aydınlaştıkça, keşişlerin elindeki onlarca meşale, sanki daha zalimce alev saçıyordu. Tartışma gecesinde, Fulke Greville Bruno’ya yol göstermek için eli fenerli bir uşağı çok görmüştü. O zamanlar Giordano onu çok kınamıştı. Böyle bir insan için yol gösterecek birisini çok görmüşlerdi. “Küllerin Şöleni”nde “Nolalı Bruno, Katolik Roma topraklarında ölmüş olsaydı, günün gündüzünde bile ellerinde meşalelerle yüzlerce insan onu yolcu edecekti”, diye yazdığı satırlar, o zaman kulağa çok garip gelmişti. Rahipler cenaze ayinleri okuyorlardı. Uykulu ve ilgisiz bir şekilde, ayaklarını sürüyerek, yavaşça gidiyorlardı. Meydanda büyük bir kalabalık, cenaze alayının gelmesini bekliyordu. İbretlik töreni, hiç acele etmeden yapmaya çalışıyorlardı. Mahkûmu, demir zincirle yüksek bir direğe bağladılar. Farklı tarikatlardan azizler ve pederler, en son ana kadar onu tövbe etmeye davet ettiler. Fakat Nolalı bilgenin kararlılığını hiçbir şey bozamıyordu. Ne kıskaçla sıkılmış dili, ne bedenini sarmış zincir, ne yavaşça yanmaya başlayan çalı, ne de yakılması emredilen kitapları. Bunlarla mı durduracaklardı insan düşüncesini? “Zekâ gücü asla sakinleşmeyecektir, kavradığı gerçekle asla yetinmeyecek, durmayacaktır; her zaman ileriye, henüz kavramadığı gerçeğin peşinden gidecektir!” Ender görülen bir dirayetle karşılıyordu ölümü. Acılar içinde ölürken, uzun bir direğin üzerinde ona çarmıhı uzattılar, kızgınlıkla baktıktan sonra yüzünü nefretle çevirdi. Daidalus’un oğlu bir düşüşle rezil olmamıştı! Bu dumanla sonsuz gökyüzünün üzerini asla kapatamazlardı. Nolalı Bruno’nun cesur düşünceleriyle sarsılan uyduruk göksel alanlar, artık yok olmuştu. İnsanların akıl gözünün önünde, sayısız dünyalarla birlikte sonsuz bir evrene pencere açılmıştı. Uzaya giden yol ateşten geçiyordu." | ||||||||||||||||||||||