| ||||||||||||||||||||||
| ||||||||||||||||||||||
Detaylar | ||||||||||||||||||||||
ÖNSÖZ VE BİRİNCİ BÖLÜM
Dünyamızda artık her şey periyodik aralıklarla gerçekleşmeye başladı. Güneş bile her zaman aynı güçte ısıtmıyor, onun da bazen dinlenip, rahatlayıp gücünü toplaması gerekiyor ve öyle de oluyor. Güneş daha sonra çok daha güçlü bir şekilde parlayıp, dünyamızı ısıtmak için on – on iki sene civarında bir süre dinleniyor. Bütün halkların yaşamında güçlü olduğu ya da gücünü kaybettiği dönemler; maddiyata ve büyük, ses getirecek gelişmelere tenezzül etmediği ya da aç gözlülükle bunları elde etmeye çalıştığı dönemler olur. Bu periyodik davranışın kanunları henüz gizemini koruyor. Bilim insanları eldeki verileri değerlendirerek bu ritmin kanunlarını açıklamaya çalışsa da henüz bunu başaramadılar. Ancak bu ritmin güneş ve sanattaki varlığı şüphe götürmez bir gerçektir. Bazen yükseliş, bazen gerileme ve en hüzünlü olanı da yetenek ve çalışmanızın olumlu, elle tutulur bir sonuç vermeyip ne olduğunu bilmediğiniz, ama yeni ve önemli bir bilgiye ulaşacağınızı düşündüren geçiş dönemleri vardır. İşte biz şimdi böyle bir dönemden geçiyoruz. Bir bakmışsınız cok zayıf olan bir güç, çiçek açıp renklerinin güzelliğiyle kendine hayran bırakabilir. Bazen her şey bulutların arkasında saklanırken bazen de bütün parıltısıyla kendini gösterir. Sanatın da kendine özgü, tam olarak açıklanamayan bir ritmi var. Aristoteles’den beri birçok kişi bu ritmin kanunlarını akla yatkın gerçeklerle aydınlatmaya çalıştı. Aristoteles, insanın sanatta en üretken seviyeye, yaşama isteğine en çok sahip olduğunda ulaştığını söylüyordu. Ancak biz bu açıklamayı kabul edemeyiz; çünkü bu hipotezin tersini gösteren veriler var. Buckle, insanın öğrenme isteği arttıkça sanatın da yükselişe geçtiğini iddaa ediyordu, ancak tarih bu hipotezi de inkar ediyor. Spencer, doğruluğu en muhtemel formülü önermişti. Ona göre sanatın alanı geçmiş zamanlar, hafızada yer eden şeylerdi; bu yüzden de en etkileyici sanat eserleri herhangi bir tarihi devir yaşanıp, ömrünü tamamladıktan sonra ebediyete uğurlandığında ortaya çıkıyordu. Yunanistan’da, Roma’da ve İngiltere’de böyle olmuştu. Sophocles, Phideias, Eurupidies, Aristophanes, Helenistik çağın görkemli döneminin sonunda sahneye çıktı ve o zaman etik değerler, ahlak, bozulmaya, hatta kökten yok olmaya başlamıştı. Roma sanatı, güzel konuşma sanatı dışında tamamen Roma Cumhuriyeti’nin imparatorluğa geçiş dönemine aittir. Shakespeare, eserlerinde Ortaçağ’ın feodal faaliyetlerinden ilham almıştır; Millton, Puritanların sonuncusuydu, İtalyan Dante Katolizm’i, Cervantes şövalyeliği, Rableu feodalizm dönemindeki gelenek ve görenekleri sonsuzluğa uğurlamıştı. Aynısını biz de yaşamadık mı? Devrim öncesi serflik Rusya’sı, can çekiştiği yıllarda bir çok seçkin yeteneğin ortaya çıkışına vesile oldu. Gogol, Turgenyev, Gonçarov, Tolstoy, Ostrovskiy ve Dostoyevski bunların başında gelir. Onların yaşadığı dönem, eserlerine ilham kaynağı olan serflik Rusya’sının kâğıt üzerinde kudretini koruduğu bir dönemdir. Serflik sistemini, Gogol’ün Dostlarla Yazışmalar’da yaptığı gibi ona, özünde tevazu, alçakgönüllülük ve bağışlamanın mistik ve göz alıcı formlarına bürünmüş methiyeler düzebilir, ya da Goncarov gibi duygusuzca analiz edebilir veya Turgenyev gibi, karşı koyamadığınız bir nefret duygusuyla ele alabilirsiniz, hiç fark etmez; büyük sanatçıların tarzları, tarihin ölüm fermanını çoktan imzaladığı, ayaklarımızın altından kayıp gitmek üzere olan bir zeminde oluşmuştur. Gerçek sanatsal tarz, yani saf ve bütün olan, III. Richard, Falstaff, Kral Lear, Don Kişot ya da bizim Manilov, Sabakeviç, Koroboçka gibi olmalıdır. Lakin saf bir tarzı sergileyebilmesi için sanatçının bunu somut olarak görmesi gerekir. Spencer ise bunun sadece toplumsal ilişkilerin belirli bir şekil alıp bu durumunu değişime uğramadan koruyabildiği, yani sona ermek üzere olan bir dönemde mümkün olabileceğini düşünüyor. Aristoteles’in düşüncesiyle bunu harmanlarsak, basit ve çok açık bir formül elde ederiz: Sanatın yükselişi bilinen bir tarihi dönemin sonuna gelindiği, yeni dönemin şafak vaktinde insanların inanılmaz bir tutkuyla yaşama isteği duyduğu ve kabına sığamayan bu canlının ona mutluluğu vaat eden gizemli yeni bilgiyi aradığı döneme denk gelir. İşte kırklı yıllar böyle bir dönemdi. Resmiyette serflik sistemi kale gibi yerinde sapasağlam duruyordu, gerçekte ise bu düzen paramparça oluyordu. Kuşatılmış ve teslim olmaya hazır, ama devasa, gri yosun kaplı duvarları sayesinde görkemli gözüken bu kale her taraftan saldırıya uğruyordu. Yukarılarda “çiftçi sorunu” ile ilgili komitelerin sürekli gizli toplantıları oluyordu ve I. Nikolay, serflerin salıverilme işini bilinçli olarak halefine bıraktı. Alt tabakada ise serfler sürekli huzursuzluk çıkarıp taşkınlık yapıyorlardı; bu yüzden yönetim onları süngü ve silah zoruyla zapt etmek zorunda kaldı. Orta sınıf ise son derece tuhaf ve ilgi çekici dönüşüm sergiliyordu. Bu sosyal tabakaya ait insanlar arasında hak ve gelirlerinden utanç duyan toprak sahipleri, köylülerin emeğiyle geçinen ve serflik sistemiyle mücadele edeceğine dair kendine söz vermiş soylu aydınlar, Leroux ve George Sand’ın düşüncelerini benimsemiş insanlar ve haraç toplayanlar vardı. Ancak her aklı başında insan için zor, utanç verici bir durumdu bu. Onlar zayıf iradesi gereği herkes gibi yaşadılar; köyleri, daha doğrusu kadın ve erkekleri alıp sattılar; ancak sanki içlerinde bir kurt onlara huzur vermeyerek ve hayattan zevk aldırmayarak sürekli kalplerini kemiriyordu. Bu kurt haksızlığın bilinci, vicdanın köleliğe sitemiydi… “Köleler tarafından pişirilen ekmek onların boğazından geçmiyordu.” diyor böyleleri hakkında Nekrasov. Turgenyev hatıralarında, kendisini henüz genç yaşlardayken yurtdışına çıkmaya iten sebepleri açıklarken şöyle diyordu: “Öz vatanımdan, alışık olduğum hayattan ayrılmanın ve içinde büyüdüğüm çevreyle tüm iplerin ve bağların zorla koparılmasının bana getirebileceği dezavantajların tamamen bilincindeydim; ancak en doğrusu buydu… Bu hayatın, çevrenin ve ait olduğum toprak sahibi sınıfının hiçbir çekici tarafı yoktu. Tam tersi, çevremde gördüğüm her şey mahcubiyet, öfke ve en sonunda da nefret duygusu uyandırmaya başlamıştı. Nefret ettiğim şeyle aynı havayı soluyup aynı yerde bulunmayı başaramadım; belki de yeteri kadar dayanma gücüm yoktu buna. Daha sonra bütün gücümle ona saldırabilmek için ondan uzaklaşmam gerekiyordu. Bu düşmanın, bilinen bir görüntüsü, bir ismi vardı; bu düşman serflik sistemiydi. Ben sonuna kadar mücadele etmeye karar verdiğim ve asla barışmamaya yemin ettiğim her şeyi bu isim altında toplamıştım. Bu benim Hannibal yeminimdi. O dönemde bu yemini eden başkaları da vardı. Ben bu yemini daha iyi yerine getirmek için batıya gittim.” Turgenyev az önceki satırlarda açıklanan ruh halindeyken ve Hannibal yemini ettiğinde yirmili yaşlarındaydı. Bu yeminine sonuna kadar sadık kaldı ve zaten yeminine ihanet, sadece inandığı değerlere değil, çok daha büyük ve kudretli bir şeye, yani engel tanımayan serflik sisteminin tarifsiz acıları arasında sevmeyi ve nefret etmeyi öğrenen kalbine ihanet olurdu. Turgenyev’in çocukluğunun, ergenlik ve gençliğinin geçtiği ortamın tasvirlerini okurken kırgınlık, acı ve öfke duymamak mümkün değildir. Serflik sistemi adıyla ikiyüzlü bir şekilde üstü örtülen kölelik, halkla alay etme ve kan donduran bir acı çektirme: İşte büyük Rus yazar Turgenyev’in hayatının ilk yirmi senesinde gördüğü ve ona en sevilen eseri olan “Avcının Notları”nı yazdıran şey buydu. Çağdaşlarının neredeyse hepsi Turgenyev gibi büyük sıkıntı ve ısdıraplara maruz kalmıştı. Büyük bir tarihi devir, ölüm çığlıkları atıyordu. Yeni ve ne olduğu belirsiz bir dönemin gelişini herkes görüyordu. Sansür, boş yere yemek kitabındaki özgür ruh[1] ifadesi için kin kustu, boş yere Herzen’e yoldan geçen birini soyan nöbetçi polis hikayesi için dava açıldı; özgür ruh, yeni bir günün şafağını hissederek atmosferde süzülüyordu. Kırklı yılların insanları, Scheeling’in, büyük deha Hegel’in, Fransız ve Alman coşumcu yazarların, halk aşığı George Sand’in idealist Leraue’un etkisi altında yetişti ve bu insanlar serflik emeğiyle beslenip, büyütüldü. Çocuklukları korkunç, şiddet dolu sahneler arasında geçti. Onların gencecik yürekleri, kendilerini çevreleyen şeyler dolayısıyla her dakika vücutlarına kızgın demir basılmış gibi acı çekti. Onlar ise çektikleri acılara rağmen hırsla ileri atıldılar. Can çekişen, ayaklarının altında sürünen serflik sistemi, onların nefret ve iğrenme duygularını kamçıladı adeta. Ayrıca bu ömrünün sonuna gelmiş, can çekişen yaratık, çağlar boyunca belirginleşmiş hatlarıyla karşılarında duruyordu. Açık olmayan hiç bir şey yoktu, aksine her şey ayan beyan ortadaydı. Her şeyin ne siyah, ne beyaz, ne iyi, ne kötü olduğu, yani tarif edilemeyen bir zaman değildi. Mutluluğun ve acının kaynakları belliydi. Düzgün karakterler ve saf bakışlar sokaklarda her adımda karşınıza çıkıyordu. Sanatsal ruhlar kendi yaşayıp gördükleri dışında nesiller boyunca birikmiş ve halkçı entelektüellerin anlattığı efsaneler ne kadar belirsizse o kadar güzel ve açık bir kaynak birikimine sahip olmuştu. Kırklı yıllarda gördüğümüz birçok yeteneğin sahneye çıkması da işte bu birikimin ve yeni, daha iyi bir yaşam tutkusunun varlığıyla açıklanabilir belki. Gogol, Goncarov, Turgenyev, Tolstoy, Dostoyevski, Ostrovski. Bunlar değil midir Rus edebiyatının en değerli isimleri? Biz de bu kitabı bunlardan biri olan Turgenyev’e atfediyoruz. [1] Yemek kitabında kullanılan, köz halindeki ocak ifadesi özgür ruh manasına da geliyor. Bu yüzden sansüre takılmış. | ||||||||||||||||||||||